YER DEMİR GÖK BAKIR’DAKİ HALK HİKÂYELERİNİN ÇIKIŞI VE
GELİŞİMİ, TAŞBAŞOĞLU KARAKTERİNİN MİTOSLAR
BAĞLAMINDA İNCELENMESİ
Tayfur EVSEN
GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ / TÜRKÇE ÖĞRETMENLİĞİ
tayfurevsen1905@gmail.com
ÖZET
Tarih boyunca birçok söylenti, insanların bilinç altlarına yerleşerek nereden
geldiği bilinmeyen soyut bir kurgu, gündelik bir yaşam biçimi hâlini almıştır.
Kulaktan kulağa yayılan ve sürekli bir değişim döngüsüne giren olaylar,
inandırıcılık bağlamında önemli bir sorun arz etmektedir. Anlatılanların
geçerliliği var mı? Kaynağı nedir? Değişim göstermiş midir, göstermişse bu
değişim nasıl yaşanmıştır? İncelemenin amacı bu sorulara cevap vermek ve
Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır kitabındaki halk hikâyelerinin çıkışı ve
gelişimini inceleyerek, halk hikâyelerinin mitoslarla birlikte mitolojiye kadar
uzanan sürecini Taşbaş karakteri üzerinden şekillendirmektir. Sırasıyla takip
edilen olayların gelişimi nitel analizlerle saptanmıştır. Hikâyelerin, içerdikleri
motiflerle mitolojilerin yaratılışına katkı sağladığı, toplumsal sıkıntıların da bu
çerçevede rol oynadığı tespit edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Yaşar Kemal, Yer Demir Gök Bakır, Taşbaşoğlu,
halk hikâyesi, mitos, mitoloji.
16. yüzyıldan itibaren destanların yerini almış olan halk hikâyeciliği,
Anadolu’ya destanlarla gelmiş Türklerin, geçmiş kültür birikimleriyle elde
ettikleri ve yazıya aktarılmadıkları sürece sözlü olarak devam eden, bu süre
zarfında da değişmelere uğradığı görülen bir sözlü kültür ürünüdür. Gerçekliğe
uygun ama bir o kadar da kurmaca metinlerdir. Hikâyelerde olağanüstü unsurlar
azaltılmış olsalar dahi varlıklarını hissettirirler. Bu tür hikâyeler, anlatıcı
tarafından ‘ilahi bakış açısıyla’ anlatılmıştır. Anlatıcı, olayların gerçek yönünü
bilmektedir. Değişen olaylar neticesinde âşıklar, halk ozanları vb. kişiler
tarafından anlatılmaya ve geliştirilmeye devam edilir.
Halk hikayelerinin dört temel kaynaktan beslenip ortaya çıktığı
düşünülmektedir. Bunları: Gerçek olaylardan doğan hikâyeler, aşıkların (ozan)
kendi hayat ve şahsiyetleri temelinde oluşturdukları hikâyeler, dini ve milli
kahramanların hayatları üzerine temellendirilen hikâyeler, klasik hikâyeler
şeklinde sıralayabiliriz. Ayrıca bu hikâyeleri konularına göre üç başlık altında
toplayabiliriz. Bunlar: Kahramanlık hikâyeleri, aşk hikâyeleri ve dini
hikâyelerdir.
Mitoloji, efsaneler bilimi anlamına gelir. Doğu dillerinde ‘efsane’ Batı dillerinde
ise ‘mit’ adını almıştır. Mit ya da Mitos, Yunanca ‘mythos’ kelimesinden
gelmektedir. Tanrıları, kahramanları, soylu kişileri, doğaüstü varlık ve olayları
konu edinen anlatılardır. Genelde halk hikâyeleri gibi sözlü ürünlerdir. Bazı
efsaneler de orijinal olarak sözel bir geleneğin ürünüyken zamanla yazılı hâle
gelmişlerdir. Büyük çoğunluğu kulaktan dolma anlatımlarla ortaya çıkmıştır ve
gerçeklikleri yoktur. Mitolojiler, insanlarla arasındaki ruhani bağı kopardığı
zaman, basit masallara dönüşerek unutulurlar. ‘’Bir mit, gücünün bir kısmını
topluluğun (en azından belirli bir kısmının) ona olan inancından ve doğru olarak
kabul edilmesinden alır.’’ (Korkmaz, 2012)
Mitolojileri genel manada sınıflandırmak istersek şu şekilde sıralayabiliriz: Asya
mitolojisi, Avustralya ve Okyanusya mitolojisi, Avrupa mitolojisi, Ortadoğu
2
mitolojisi ve Amerikan mitolojisi. Fakat mitoloji dendiğinde Yunan başta olmak
üzere Türk, Roma ve Pers mitolojileri ön plana çıkmaktadır.
Ayrıca mitlerin kökeni konusunda yazarlar arasında ortak bir uzlaşma yoktur.
‘’Mitlerin geniş açıklayıcı özellikleri oluşumlarını belirli bir oranda
muğlaklaştırmakta olup efsanelerin kökeni konusunda yazarlar arasında ortak
uzlaşı bulunmamaktadır.’’ (Öztürk, 2009, s. 8)
Yaşar Kemal’in Dağın Öte Yüzü üçlemesinin ikinci kitabı olan, 1963 yılında
yayımlanan ve 47 bölümden oluşan Yer Demir Gök Bakır’da, Yalak köylüsünün
on üç aylık bir süre zarfında yaşadıkları korku ve Taşbaş karakterinin ermişliğe
kadar giden hikâyesi anlatılır. Serinin ilk kitabı olan Ortadirek’te, Yalak
köylüsünün pamuk toplamak için Çukurova’ya yaptıkları yolculuk anlatılmıştır.
Bu yolculuğun sonunda eli boş dönen köylüler, Adil Efendi’ye olan borçlarını
ödeyememişlerdir. Çaresizlik içerisinde kalan köylünün, korku, kaygı ve öfke
duyguları arasında tutunacak bir dal arayışı Yer Demir Gök Bakır’da hayat
bulacaktır.
Yaşar Kemal, romanda geçen Taşbaş'ın ermişleştirilmesini ve Dağın Öte
Yüzü üçlemesinin yazılış amacını şöyle ifade eder:
"Bir de üç bölümlük uzun bir roman dizisi yazdım. Bir ermişin doğuşunu
anlatmağa çalıştım. Bu bir alegoriydi. Dinlerin, diktatörlerin, peygamberlerin,
ermişlerin doğuş sebeplerini araştırdım. Ortadirek, Yer Demir Gök
Bakır, Ölmez Otu bu araştırmanın sonucudur. İnsanoğlu sıkışınca toplum olsun,
kişi olsun kendine sığınacak bir düş dünyası yaratıyor, bir kişi yaratıyor. Yani,
insanoğluna yer demir gök bakır olunca insanoğlu kendisine bir başka sığınacak
dünya, sığınacak bir kişi yaratıyor. Bu, insanoğlunun yaşamında üstünde
durulacak önemli bir yer.’’ (Bolat, 2006)
3
YER DEMİR GÖK BAKIR
Öncelikle kitabın genel bir özetine değinelim.
Ortadirek’te pamuğa giden ve istediğini bulamayan ve Muhtar Sefer yüzünden
Adil Efendi’ye olan borcunu ödeyemeyen Yalak köylüsü, kışın ne yapacağını
ondan nasıl kurtulacaklarını düşünmeye başlarlar. Çünkü köylü bir geleneği
bozmuştur. Borcunu vermeyen köylerin nasıl rezil olduklarını, kimsenin bir daha
onlara borç vermediklerine tanık olmuşlardır. Her gece ‘yarın kesin gelecek’
diye beklerler ama o bir türlü gelmez.
Bu arada köylülerin pamuğa geç götürdüğünü, bu yüzden de borçlarını
ödeyemediğini düşünen Koca Halil, biraz da varlığını değerli göstermek
amacıyla kendini suçlar ve köylünün kendisini öldüreceğini düşünerek oğluna,
kendisi ölü olarak göstermesini ister. Aylarca evin ambarında kalır. Oğlu Koca
Halil için mevlit okutur. Koca Halil’in ölmediğini bilen ve köylünün onun için
mevlit verdiğini öğrenen Meryemce, duyduğu öfke nedeniyle köylü ile bir daha
konuşmama kararı alır.
Koca Halil’in gelini Fatma, Koca Halil’in bu hâline dayanamayıp bir oyun
tertipler. Köylüyü ambara getirerek Koca Halil’in ölmediğini göstermek ister.
Köylü bir vakit önce bunun farkına varmıştır zaten. Fatma, köylüyü ambara
götürerek, köylünün aslında Koca Halil’i suçlamadığını, bütün suçun Muhtar
Sefer’in olduğunu anlatmaya çalışır. Korkuyla öfke arasında değersizleştiğini
hisseden ve hâlâ kendi suçu olduğunu düşünen Koca Halil, bir daha dönmemek
üzere köyü terk eder.
Bir sabah Muhtar Sefer, köylüye bütün değerli eşyalarını ve erzaklarını
gömmelerini, hayvanlarını da yakınlardaki bir mağaraya götürmelerini söyler.
El birliğiyle gün içerisinde herkes kendi erzakını saklar ve hayvanlarını
yakınlardaki mağarada toplarlar. Böylelikle Adil Efendi köye geldiği zaman
hiçbir şey bulamayacak, gelecek seneye kadar da onları rahatsız edemeyecekti.
4
Günler geçer ama Adil Efendi bir türlü gelmez. Muhtar Sefer, kendi üzerine
yönelen öfkeyi Taşbaşoğlu’na yöneltmeye çalışır. Fakat her şeyin farkında olan
köylü, Muhtar’a istediğini vermez. Yalak köylüsünün, eşyalarını ve erzaklarını
gömdüğü Çukurova’ya kadar yayılır. Köylü rezil olmuştur. Kimseye bakacak
yüzleri kalmamıştır. Muhtar Sefer, bütün her şeyin topraktan çıkarılıp Adil
Efendi’nin ayaklarına götürülmesi gerektiğini, bu utancın ancak böyle
dindirileceğini söyler.
Köylünün hâlâ Muhtar Sefer etrafında döndüğünü gören ve söylediği her şeyin,
ortaya çıkardığı tüm dümenlerin bir işe yaramadığını ve köylünün bu işten
vazgeçmeyeceğini anlayan Taşbaş bu durumu hazmedemez.
Bir gün karısının bir kavgada yaralanması bardağı taşıran son damla olmuştur.
Taşbaş, bütün köylüye ilençler yağdırır. Taşbaş’ın haklılığını gören köylüler,
ona karşı nefret beslemeye hatta onu öldürme arzusu gütmeye başlarlar. Fakat
Taşbaş’ın söylediği her şeyin bir bir doğru çıkması köylüyü bu istekten
vazgeçirir. Bundan böyle köyde Taşbaş’ın hegemonyası başlamıştır.
Adil köye bir türlü gelmez. Köylü muhtarın yalanlarının farkına vardıkça ondan
uzaklaşacak ve içlerindeki boşluğu başka bir şeyle doldurmak isteyeceklerdir.
Bu kişi her şeyin en doğrusunu söyleyen Taşbaş’tır. Köy halkı artık onun ermiş
olduğuna inanıyor, en azından inanmak istiyorlardır. Bu durumu bozmak isteyen
Sefer, köy meclisini Adil Efendi’ye gönderir. Borçlarını tahsil etmesini ister.
Ancak Adil Efendi köye gelmeyeceğini söyler. Çünkü köyde korktuğu birileri
vardır. Haberi alan köylü bunu Taşbaşoğlu’na bağlar.
Taşbaşoğlu’nun hikâyeleri köylerden köylere yayılırken, Muhtar Sefer de
bunları uyduranın ve ermişlik meselesini çıkaranın Taşbaşoğlu olduğunu
düşünür. Sefer, türlü yollar denese de oyunlar oynasa da Taşbaş’ı ve Taşbaş’ın
ermişliğini alt edemez. Bu durum kendisini daha da saldırganlaştırır.
Ermiş olmadığını düşünen ve hikâyelerden sıkılan Taşbaş için de durum farklı
değildir. Karısı ve çocukları bile kendisinden korkar hâle gelmiştir. Bir çıkış yolu
arayan Taşbaş, istediğini bir türlü bulamaz. Namı tüm Çukurova’ya yayılmış,
5
çevre köylerden hastalar yağmaya başlamıştır. Taşbaş’ın bu işin içinden
çıkamamasının en büyük sebebi de gelen hastaların iyileşmesidir.
Köylüyü Taşbaş’a kışkırtamayan ve Taşbaş’ı öldürme girişimi de başarısız olan
Muhtar Sefer, son çare olarak jandarmaya gider ve Taşbaş’ın ermiş olduğunu
söyleyerek köylüleri kandırdığı haberini Yüzbaşı’na verir. Yüzbaşı, Taşbaş’ı
çağırır ve tüm olanları öğrenir. Böyle bir şeyin tekrarlanmayacağı sözünü alarak
Taşbaş’ı serbest bırakır. Ancak Taşbaş’ın başı belalardan bir türlü kurtulamaz ve
köylüler gelmeye devam eder. Muhtar Sefer, Taşbaş’ın kendisini öldürteceği
korkusuyla bir kez daha jandarmaya şikâyete gider. Yüzbaşı, iki jandarmayı
hasta kılığında Taşbaş’ın evine gönderir. Taşbaşoğlu’nun üfürükçülük yaptığına
şahit olan jandarmalar, Taşbaş’ı alıp götürürler.
Taşbaşoğlu, gitmeden önce köylünün Muhtar Sefer’i öldürmemelerini, ceza
olarak bir daha kendisiyle ömür boyu konuşmamalarını, konuştukları takdirde
başlarına türlü belalar geleceğini söyleyerek jandarmalarla birlikte köyden
ayrılır.
Karakola giderlerken şiddetli bir yağmur bastırır ve gökyüzü kara bulutlarla
kaplanır. Yağmurun şiddetinin geçmesini beklemek için bir mağaraya sığınırlar.
Jandarmalar uyuduğu sırada Taşbaş kendini soğuğa ve kara teslim eder.
Karakolda günlerce dayak yiyip hapis yatmaktansa böylesinin daha şerefli
olduğuna karar verir. Yürüdükçe soğuğun da etkisiyle ayakları çözülen Taşbaş,
bir mağaranın önüne yığılır. Köylüler bir daha kendisinden haber alamaz.
Artık yeniden bahar gelmiş, açlık korkusu ve Adil Efendi korkusu başlamıştır.
Bu arada Koca Halil’in ölmediği, civar köylerden birine sığındığı duyulmuştur.
Adil Efendi’nin köye gelmesini engelleyenin de kendisi olduğu öğrenilmiştir.
6
YER DEMİR GÖK BAKIR’DAKİ HALK HİKÂYELERİ
Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır adlı romanı, yöre insanının
(Ceyhan/Adana) halk hikâyelerini ve bu hikâyelerin onların üzerindeki etkisini
inceleyerek örnekler sunar. Bazı örnekler üzerinden bu hikâyelerin etkisini
inceleyeceğiz
1) Abdale Zeyniki
Abdale Zeyniki, sabahtan akşama kadar her türlü varlığın üzerine uzun uzun
Kürtçe türküler söyleyen, iki gözü de görmeyen bir âşıktır. Hiç göremediği,
dokunamadığı bir sevgilisi vardır ve başladığı türkü ne olursa olsun, gün
batımında sevdiği için söyler o türküyü.
Gece yolda yürürken bir kanadı yaralı, bir kanadının da ucu kopmuş turna takılır
ayaklarına. Köye getirip durumun ne olduğunu sorar köylüye. Köylü,
gördüklerini Abdal’a anlatır. Abdal, bu duruma çok içerlenir. Kendisinin
gözünün görmediğini, onun da uçamadığını söyler. Artık kaderleri birleşmiştir.
Abdal, bundan böyle sevgilisi için değil, Turna için söyler. Turna için her türlü
varlığın üzerine türkü yakar. Turna da karşısında oturup onu dinler.
‘’Bir gün, beş gün, bir ay, iki ay söyler. Durmadan söyler. Ağaçlar, çiçekler,
böcekler, anamız toprak dile gelir. Bir sabah, gün doğar. Abdalın türküsü
biterken bir acayip hâl olur. Birdenbire Abdal’ın gözlerinin önünde bir ışık
patlar. Abdal ışığın şiddetine dayanamaz.
Yıllardır içinden çıkamadığı dönüp durduğu karanlığın paramparça olup yere
dökülmesine dayanamaz, toprağa kapaklanır. Korkusundan gözlerini açamaz.
Bir süre cansızcasına toprağa kapaklanmış kalır. Sonra usul usul doğrulur,
gözlerini açar. Önünde dünya açılır. İlkin uçsuz bucaksız mavi gökyüzünü görür.
Hayran kalır. Lalü ebkem kalır. Sonra gözünü indirir, toprağa bakar. Toprakta
7
hiç görmediği karıncalar, çiçekler, otlar. Toprak doğurgan bir ana gibi zengin,
şehvetli ... Toprağa da hayran bakakalır. Eğilir toprağa, ışığı öper.
Bu arada, turna önündedir, onu hiç görmez. Sonra bir de bakar ki, telli turnası
önünde durup durur. Güzel telli turna. Onu tutmak, okşamak, öpmek için elini
uzatır. O elini uzatır uzatmaz turna kanat çırpar, havalanır, uzak göklere gider.
Abdal onu uçsuz bucaksız gökte, bir nokta kalıncaya kadar gözler, sonra turnayı
gözden yitirir.’’ (Yer Demir Gök Bakır, 1963, s. 93-94)
Sözlü kültür geleneğinin örneklerinden biri olan Abdale Zeyniki’nin hikâyesi,
barındırdığı motifler bakımından incelenmeye değerdir.
Kel Âşık’ın, belirli günlerde sazının ezgileriyle köylüyü toplaması anlattığı
kıssalarla ve nesillerdir devam eden ‘âşıklık’ geleneğini sürdürmesiyle tüm ilgiyi
üzerinde toplar. Sözlü halk kültürünün bir temsilcisidir. Türküyü daha güzel
söylemek için ateşin yakılması gerektiğini söyleyerek ateşin önemli bir unsur
olduğu vurgusunu yapmıştır. Ateşin Türk kültüründeki yerine değinecek
olursak, Gök Tanrı inancına sahip olunduğu dönemlerde, yaşamda pratik
sağladığı için kutsal bir güç olarak görülmüştür. Savaşçı bir toplum olan
Türklerin, ateşin demir üzerindeki hakimiyetini görmeleri bu saygıyı
pekiştirmiştir. Ayrıca baharın gelişini simgeleyen ve ateş üzerine eğlenceler
tertiplenen Nevruz da yine bu geleneğin parçasıdır.
Abdal’ın ‘turna motifi’ de ayrı bir önem arz etmektedir. Gıyasettin Aytaş’ın
‘Türkülerde Turna’ adlı makalesinde turnanın ‘Gök Tanrı’yı temsil ettiği için
kutsallaştırıldığı’ belirtilerek söz konusu kutsallığın Alevî-Bektaşî folklorunda
da devam ettiği ve ‘Hz. Ali’yi temsil ettiği’ söylenmektedir. Makalenin
devamında ise turnaların haber alma, haber verme işlevlerini konu alan türküler
üzerinde durulmuş ve bu türkülerden örnekler sunulmuştur. (Aytaş, 2003)
Yine aynı hikâyede ‘ışık motifi’ de ön plana çıkmaktadır. Işık, Türk
destanlarında aydınlatıcı, dini bir motiftir. Kutsallık taşıyan bu motif, büyük
kahramanlar etrafında çok defa şekillenmiştir. Yaratılış destanındaki Ak-Ana ve
Oğuz Kağan destanında Oğuz’un ordularına yol gösteren Kurt’un ışıktan geldiği
8
söylenir. İslam öncesinde Türklerin bağlı olduğu Şamanizm’de ‘cennet’ bir
‘ışıklar ülkesi’ olarak nitelendirilir. Manihaizm’deki tanrı da ‘ışık tanrısı’ olarak
adlandırılmıştır ve Bögü Kağan ile dört kardeşinin de ışıktan yaratıldığı
anlatılmıştır. İslamiyet sonrasında da ışık kavramı, önemini sürdürmeye devam
etmiştir.
2) Yağmur Dede
Yağmur Dede’yi de dini ve milli kahramanların hayatları üzerine temellendirilen
hikâyeler kapsamında ele alabiliriz.
‘’Bugünlerde onlara bir ermiş gerekti. Belki şimdiye kadar da bir ermiş
bulmuşlardı. Bulamadılarsa, Yağmur Dedenin yatırında bir keramet
bulacaklardı. Yağmur Dedenin yatırı uzakta, bozkırla Toros arasına sıkışmış,
kıraç bir tepenin üstündeydi. Yağmur yağmadığı yıllar bozkırın köylüleri gelip
ona horoz kurban ederler, ondan yağmur dilerlerdi. Yağmur Dede yalnız horoz
kurbanı isterdi, başka bir kurban kesilirse ona, tam dileklerinin aksini yapardı.
Yağmur Dedenin çok işleri, efsaneleri vardı. Yağmur Dede bütün işlerinde bir
başka Hızır’dı. Doğadaki bütün güçler onun elindeydi. Karı o yağdırır, fırtınayı
o gönderir, yağmuru o dindirirdi. Suları o taşırırdı. Bir de bütün bozkırın
bereketini o gönderirdi. Kıtlık yılları, vay Yağmur Dedenin başına gelene!
Küfrün bini bir para. Yatırın önünde, dört bir yanından ağlayan, dövünen, ona
alkış eden binlerce aç köylü . . .’’ (Yer Demir Gök Bakır, 1963, s. 227)
İnsanlar tarih boyunca beklentilerini bir tanrı veya kutsal eşya-insan özünde
aradılar. Bu arayışın getirdiği birçok durum günümüzde de devam etmektedir.
Kutsal sayılan insanlar, çeşitli motiflerle ilişkilendirildi. Kimisi hayattayken
kimisi de öldükten sonra kutsal varlıklar olarak görüldüler. Tanrı ile insanlar
arasında bir köprü vazifesi gören bu insanların ruhları hâlâ dünyadaymış gibi
yansıtıldı. Halk arasında bu tür insanlara karşı beklentiler arttı. İslamiyet
öncesinden beri var olan bazı gelenekler, Türklerin Anadolu’ya gelmesi ve
ardından İslamlaştırılmalarıyla beraber sentezlenerek devam etmiştir. Mitolojik
ögelerle süslenen ve genelde Şamanizm’le bağlantılı geleneklere göz atalım.
9
2.1) Ölüm Âdetleri
Eski Türklerden beri devam eden bazı ölüm âdetleri hâlâ varlığını
sürdürmektedir. Mezar yapıları, ölüm yemekleri ve ölü anılmaları gibi pek çok
örneği sıralayabiliriz. Tepelere ya da ıssız yerlere kurulan mezarlar ve bu
mezarların üzerine taşlar koyma geleneği eski Türklerden beri devam eder.
2.2) Çaput Bağlama Geleneği
Anadolu’da evliya, ermiş, eren olarak bilinen bazı kişilerin mezarlarına adak
olarak çaputlar bağlandığına şahit olmuşuzdur. Bu geleneği de eski Türklerdeki
‘atalar kültü’ ile bağdaştırabiliriz. Ölen babaların ya ataların ruhlarının, geride
kalanlara iyilik ya da kötülük getirebileceği düşüncesi ve inancı, onlara saygı
duymayı gerektirirdi. Ayrıca çaput bağlama, orman, su ve ağaç ruhlarına adanan
adaklarının bir uzantısı olarak görülürdü.
2.3) Kurban Geleneği
Her ne kadar İslamiyet’te yer alsa da aslında kurban çok daha eskilere dayanan
bir gelenektir. ‘’Eski Türklerde kurban sunma geleneği kanlı ve kansız olmak
üzere iki şekilde uygulanırdı. Ruhlara sunulan kanlı kurbanların başında göçebe
toplumlar için çok önemli olan at gelirdi. Bunun dışında makbul olan
kurbanlıklar sığır, keçi, koç, kuzu ve öküz gibi kurbanlıklardı.’’ (Bekki, 1996)
2.4) Yağmur Duası Geleneği
Kırsal kesimlerde kıtlık ve kuraklık baş gösterdiği zaman insanlar genelde bir
yatıra veya kutsal saydıkları bir varlığa sığınma ihtiyacı duydular. Bu sığınma
ile Tanrı ve insan arasındaki ilişkinin sağlanacağı düşünüldü. Eski Türklerde de
kullanılan bu gelenekte, insanlar ‘yada taşı’ adı verilen bir taşın yağmur
yağdırabileceğine, fırtınalar çıkarabileceğine inanılırdı. Türklerin İslam’a
geçişinden sonra bile bu geleneğin terk edilmediği görüldü. Daha sonra Nuh
Peygamber’in oğlu Yasef’e vermiş olduğu bir taşın üzerine dualar yazdığı ve bu
geleneğin de buradan devam ettiği söylenmektedir.
10
2.5) Evliya Mucizeleri
İslamiyet’te görülen evliya, eren ve dedelerin mucizeleri Güngör, Yakut, Tuva,
Altay şamanlarıyla benzerlik gösterir. Hacı Bektaş-i Velî’nin Anadolu’ya kuş
donunda gelmesi hikâyesini de buna örnek olarak gösterebiliriz. Kuvvetle
muhtemel, Türkler bu geleneği bırakamamış ve İslami gelenekte uygun gördüğü
kişilere bu tür mucizeleri atfetmişlerdir.
TAŞBAŞ KARAKTERİNİN MİTOS BAĞLAMINDA İNCELENMESİ
Üçlemenin ilk kitabı olan Ortadirek’te köylü borçlarını ödemek ve her seneki
geleneği bozmadan yerine getirmek için Çukurova’ya pamuk toplamaya
gitmektedir. Taşbaşoğlu’nun tüm çabalarına rağmen Muhtar Sefer’in peşinden
sürüklenen ve Çukurova’da umduğunu bulamayan köylü, yıllardır süregelen
geleneği bozmuş ve Adil Efendi’ye olan borçlarını ödeyememişlerdir. Bir
yandan Adil Efendi korkusu bir yandan da söylediklerinin gerçekleştiği görülen
Taşbaşoğlu karakteri, korku ve endişe içindeki köylünün sığındığı bir güç olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Düzenli mitosların meydana getirdiği sistem mitolojiyi oluşturur. Mitoslar,
insanların aldığı duyumları kulaktan kulağa yapılan aktarımlarla anlattığı
olaylardır. Bunlar olağanüstü ögeler barındırırlar ve çokça değiştirilirler. Taşbaş
karakterinin mitos hâline getirilmesi de burada başlamaktadır. Söyledikleri ve
anlattıklarının gerçeğe dönüşmesi sonrası hâlihazırda bir dayanak arayan köylü
için paha biçilemez bir umut kaynağı olmuştur. Adil Efendi’ye olan borçlarını
düşünmeyecek, Adil Efendi’nin bir gün köye gelip de ellerindeki tüm
varlıklarını alacağını hatırlamayacaklardı. Stres ve kaygılarla geçen günlerin
yerini artık Taşbaş alacaktı. Tüm köy onun hakkında konuşacak. Kulaktan
kulağa gezinen efsaneler sayesinde Taşbaş’ın ruhani değeri kat be kat artacaktı.
Kitabın başlangıcında, Hasan karakterinin, yarattığı bir ‘Yağmurcuk Kuşu’
mitosu da vardır. Bu mitosa da değinmek gerekir. Çünkü bu mitos, sözlü halk
kültürünün belirli bir yaş grubu aralığında toplanmadığını, her yaş grubunda var
olabileceği gerçeğini göstermektedir. Ayrıca küçük bir çocuğun mitos yaratışı,
11
köylünün içerisinde bulunduğu sıkıntıların boyutunu da göstermiştir. Öyle ki bir
çocuk bile gündelik hayatın sorunlarından kaçabilmek için bir kaçış noktası
yaratmış, yarattığı mitosu da bir dayanak olarak kullanmıştır.
‘’Kuşun gözlerinin üstünde ak bir kaş gibi bir çizgi mi var? Ayaklan kara mı,
kırmızı mı? Yeşile çalan bir renkte mi? Yemyeşil mi, çimen yeşili gibi? Mavisi
gök mavisinden daha mı parlak? Gagası çok mu uzun, çok mu güzel? Bu kuşun
başka yerine değil de gagasına baktıkça bakasın gelir. İşte bu güzel kuş güneşte
yanardöner olur ama yağmurlu havalarda som mavi. İzci Yel Veli varmış
eskiden, çok eskiden. Bin yıl önce yaşamış. Bu kuşu bir severmiş ki… Koyarmış
karşısına, durmadan, gözlerini kırpmadan seyredermiş. Yağmurlu havalarda
daha güzel göründüğünden "yağmurcuk kuşu" demişler.’’ (Yer Demir Gök Bakır,
1963, s. 18)
TAŞBAŞ KARAKTERİ ÜZERİNE ANLATILAN HİKÂYELER VE BU
HİKÂYELERDEKİ MOTİFLER
Köylünün Taşbaşoğlu’nu gözünde büyütmeye başladığı dönemlerde Vurgun
Ahmet’in tüm köyü lanetledikten sonra gelip de Taşbaşoğlu’na evliya
muamelesi yapması ve evinin eşiğini öpmesi, bir dönüm noktası olmuştur.
‘’Mümkünü yok bu Taşbaşoğlu’nda bir iş var. İki elimi ateşe sokarım ki, bu
adamda bir şeyler var. Yoksa bütün köye söven Allah’ın divanesi, Peri
Padişahı’nın iç güveysi Vurgun, gelir de onun önünde toprağı öper miydi? Bir
de o kutsal sözleri söyler miydi? Bir de Taşbaş’ın insanı deli eden o sözleri kimin
ağzından çıkabilir? Dünya dünya oldu olalı böyle okkalı sözleri hep ermişler
etmişlerdir.’’ (Yer Demir Gök Bakır, 1963, s. 135)
Ayrıca genel itibarıyla Çarıksız Murat’ın uyarladığı Molla Ahmed menkıbesi
dışındaki hikâyelerinin çıkış noktası bilinmemektedir. Bu durumu Kısacık Musa
şu şekilde dile getirmektedir:
"Bana demiştin ki, ilk öğreneceğim kimse bu hikâyeleri çıkaran kimsedir,
demiştin. Ben en çok bunla uğraştım, bir türlü hikâyeleri kimin çıkardığını
bulamadım. Sanki hikâyeleri insanların kulağına toprak anlatıyor, kaya, ağaç,
esen boran, kopan fırtına, yağan kar anlatıyor. Belki şu ulu bozkırdan çağlayıp
12
esiyor. Bu hikâyeleri çıkaranı o kadar çok çalıştım, bulamadım. Bütün dünyanın
en akıllı adamları da çalışsalar bulamazlar. Her şeyi bulurlar, bu hikâyeleri
kimin çıkardığını bulamazlar." (Yer Demir Gök Bakır, 1963, s. 165)
1) Molla Ahmed Menkıbesinin Taşbaş’a Uyarlanması
Bu kısımda anlatılacak ve Kel Âşık tarafından da onaylanacak olan ‘Taş Baş’
menkıbesi, aslında Molla Ahmed’in menkıbesidir. Taşbaş isminin ortaya çıkışı
hakkında uydurulan bir hikâyedir. Menkıbedeki bu kişi Taşbaş’ın Ulu Taşbaş
olarak nitelendirilecek olan büyük büyük dedelerinden biridir. Baştan aşağısı taş
kesen bir adamdan bahsedilir. Büyücü, adamın sevdiğine âşık olur, onu bu hâle
getirip sevdiğini elinden alır. Adam, Ulu Taşbaş’tan bir çözüm yolu bulmasını
ister. Ulu Taşbaş, cennetten bir nar çubuğu koparır ve toprağa kapanarak akşama
kadar dua eder. Duası bitince nar çubuğuyla taş kesilmiş bedene üç kere vurur.
Beden eski hâline dönünce, Ulu Taşbaş sevincinden dolup taşar. Fakat bu defa
da etki tersine dönmüş, gövdesi çözülen adamın başı taşlaşmıştır. Tekrardan bir
dua faslına başlayan ermişimiz, sabah yelleri eserken topraktan başını kaldırır ve
görür ki durumda bir değişiklik olmamıştır. Duruma öfkelenen Ulu Taşbaş,
sinirlenerek kendini feda eder. Kendi başının taşlaşmasını, adamın da sevdiğine
kavuşmasını ister. Taş çözülür, adam sevdiğine kavuşur. Fakat Ulu Taşbaş’ın
başı taşlaşmıştır artık.
"…Şimdi diyeceksiniz ki Ulu Memet Efendimiz, şimdiki bu Taşbaş Memed’in
dedesinin dedesi ne yaptı diyeceksiniz? Ağzı açılmaz ki dua etsin, gözü yok ki
görsün, aklı yok ki düşünsün. Kulağı yok ki işitsin. Dağ başında taş olmuş
başıyla kalakalmış. Bereket ki bedeni kutsal beden. Dağın kurdu kuşu, yılanı
akrebi, kaplam ayısı onun bedenine dokunamaz. Bir bakmışlar ki Ulu Memet
Efendimizin iki avucunun ortasında iki katmerli gül açmış. Güller kocaman,
karanlıktan ağır ağır çıkar gibi durulmuş yaprakları açılıyor. İşte bu güller
büyüsüdür. Ulu Memet Efendimiz bir akıl etse de güllü avuçlarını başına sürse,
başı hemen taş olmaktan çıkacak. Aklı yok ki düşünsün, bu güller benim
avucumda neden bitti, desin. Tam bu sırada başına, o taşın üstüne , gelmiş bir
karakuş konmuş, gözlerini gagalamaya başlamış. Gagaladıkça da başını
sallarmış. Derken, sağ elini başına götürmüş, gülün bir yaprağının ucu başına
değmiş. Değdiği yer taşlıktan çıkmış, kuş gagaladıkça, o elini başına
değdirirmiş. Sonra iki eliyle birden başını tutmuş. Baş tümden taş olmaktan
13
kurtulmuş. Ulu Memet Efendimiz de oraya düşüp üç gün üç gece uyumuş. Köye
gelmiş, başından geçenleri bir bir anlatmış da kimseyi inandıramamış." (Yer
Demir Gök Bakır, 1963, s. 144)
Hikâyenin aslını herkes bilmektedir fakat bildiklerine inanmak istemezler.
Onların gözünde bir Taşbaş efsanesi vardır. Bu efsane ve ismin doğuşu,
önlerinde kanlı canlı olarak duran Taşbaş’ın soyunu yüceltilmesi isteğine
dayalıdır.
Hikâye, motif bakımından oldukça zengindir. İlk başta gözümüze çarpan ‘gül
motifi’ olur. Hikâyedeki gül, başı taşlaşan Taşbaş’ın eski hâline dönebilmesi için
ellerinde açan büyülü bir motiftir. Gül, İslam mitolojisinde cennet çiçeklerinin
en ulusu olarak anılır. Ulu Taşbaş’ın ermişliği ve cennet ile arasındaki bağı
sebebiyle kurtuluşunun çözümü ellerine sunulmuştur.
Bir diğer motif de ‘karakuş motifi’dir. Karakuş, Türk mitolojisinde iyiliğin
sembolü olarak görülen kutsal bir kuştur. Ayrıca Sibirya folklorunda da
hikâyedeki olaya benzer bir anlam taşımaktadır. ‘’Sibirya folklorunda da
rastlanılan Karakuş, tanrıların postacısı, habercisi, onlarla sürekli iletişim
kurarak insanlar ile tanrılar arasındaki haberleşmeyi sağlayan bir mitolojik kuş
olarak tasvir edilmektedir.’’ (Karadavut, 2010, s. 77)
2) Lokman Hekim Menkıbesinin Taşbaş’a Uyarlanması
Lokman Hekim menkıbesi, Taşbaşoğlu’nun büyük büyük dedelerinden biri olan
ve yine kendisiyle aynı ismi taşıyan Taşbaş Memet’e uyarlanmıştır.
Taşbaş Memet, hünerlerinden ötürü Lokman adını aldığı, onun sayesinde
dünyadaki tüm hastalıkların sona erdiği, tek derdin ölüm olduğu söylenir. Taşbaş
Lokman bir gezginmiş. Tüm dünyayı gezmiş, her türden bitki ve varlıkla
konuşurmuş. Tüm varlıklar, hangi hastalığa iyi geldiklerini onun kulağına
fısıldarmış. Bunları not alarak o bitki veya varlıktan bir parça alırmış. Tüm
dünyayı gezerek yelin, sızının ilacını arıyormuş. Bir gece uyuduğu yerde
ışımanın etkisiyle uyanmış. Gökyüzü kartallardan dolayı görünmez hâldeymiş.
Yakınlarda bir göl varmış ve binlerce kartal bu gölün etrafında dolanıp suya
dalıp dalıp çıkıyorlarmış. İkindiye doğru Taşbaş Lokman, gölün başına gelmiş.
Göl, Lokman’ı görünce her türlü yele ve sızıya iyi geldiğini, gölün etrafındaki
kartal tüylerinin yağının da sızlayan yerlere sürülüp gölün suyuna girilmesiyle
14
şifa bulacağından bahsetmiştir. Burası Toros kayalıklarındaki ‘Kartal Çimek’
denilen yermiş.
Ayrıca bir başka hikâyede de Taşbaş Lokman Sultan’ın Erciyes’e yoksulluğun
çaresini bulmaya gittiği de anlatılır.
Erciyes’in tepesinde bir çiçek varmış. Çiçek, arkasından ışıklandırılmış ve
sürekli renk değiştirirmiş. Bu çiçeğe yaklaşan hiçbir canlının hastalanmayacağı,
hiçbir yoksulluk çekmeyeceği söylenirmiş. Ayrıca bir diğer hüneri de ölüme
çare oluşuymuş. Bunu bulan da yine Taşbaş Lokman’mış. O çiçeğin yaprağına
dokunan veya gölgesinde duran herkes ölümsüz olurmuş. Bu çiçeğin etrafında
bir evren varmış. Evren, çiçeğin her yerini sararmış. Günde bir kez uyur ama bu
saatin ne zaman olduğu bilinmezmiş. Taşbaş Lokman yıllarca beklemiş ve bu
evrenin uyuduğu zamanı bulmuş. Çiçeğe dokunmuş fakat evren uyanıp fark
etmiş onu. Öldürmeye kıyamadığı için de elinden ölümsüzlüğünü almış.
Bir diğer hikâyede de Taşbaş Lokman her türden varlıkla konuşmasına rağmen
konuşmadığı ve kimseye söylemediği bir çiçeği yıllarca ararmış. Bir gün
Toroslar’a gelip, Tarsus’taki bir yaylaya çıkmış. Yaşlılığın ve yorgunluğun
etkisiyle ulu bir çınar ağacının altındaki kaynaktan suyunu içmiş ve uykuya
dalmış. Tanyeri ışırken gözlerini açmış. Ortalık koyu karanlıkmış. Çınarın
dibinden bir ışık patlamış. Işıktan bir ses, ışığın ilacının kendisi olduğunu
söylemiş ve her şeyi defterine kaydetmiş. Misis köprüsüne gelip herkese ölümün
çaresini bulduğunu söylemiş. Yazılanları okuyacakken ak bir kanat gelip defteri
Ceyhan ırmağına düşürmüş.
Kim tarafından anlatıldığı bilinmeyen ve köylüyü derin bir etkinin içine alan bu
hikâyelerin gerçeğini de yine herkes bilmektedir. Fakat öylesine inanmışlardır
ki bu duruma köy köy, yöre yöre yayarak hikâyenin gelişip büyümesini
sağlamışlardır.
Motifler açısından incelediğimizde ise göze çarpan motif ‘kartal motifi’dir.
Kartal, eski dönemlerde Güneş’in ve Gök Tanrı’nın sembolü olarak sayılırdı.
Yuvasını yüksek kayalıklar üzerine kurup yükseklerde uçması ve aynı zamanda
avcı bir kuş olmasından dolayı kutsallık anlamı yüklenmiş olması kuvvetle
muhtemeldir.
15
3) Kaz Dağı’ndaki Sarı Kız Efsanesinin Taşbaş’a Uyarlanması
Sarı Kız ile Ulu Taşbaş Memet’in anlatıldığı, Muhtar Sefer tarafından köylünün
algısını kırmak için uydurulan ve köylü tarafından kabul görmeyen uydurma bir
hikâyedir. Bu hikâyede Sarı Kız ile Ulu Taşbaş Memet’in aşkı anlatılmıştır.
4) Taşbaş’ı Öldürmeye Gelen Muhtar Sefer ile Ömer’in Efsaneleşmesi
Bir gece Taşbaş’ı öldürmeye karar veren Muhtar Sefer, Ömer’i de yanına alarak
Taşbaş’ın evine doğru yola çıkar. Üzerlerine geçirdikleri kar beyaz örtülerle
kamufle olup ellerindeki tüfeklerle Uzunca Ali ve Koca Halil’i taklit edip eve
girerek Taşbaş’ı öldürmek isterler. Şans eseri Uzunca Ali’nin evinde bulunan
Taşbaş, ölümden kurtulmuştur. O sırada uyur vaziyette evde bulunan Taşbaş’ın
karısı Uzunca Ali’nin sesini taklit eden Ömer’in kapıyı çalmasıyla uyanır.
Kapıyı açtığı zaman gördüğü beyaz çarşaflara anlam veremeyen ve korkudan
kilitlenip kalan Taşbaş’ın karısı, aldığı darbeyle ile yere kapaklanır. Taşbaş evin
içerisinde bulunamaz. Taşbaş’ın yatakta olduğunu düşünen ve evden çıkıp
gittiğinden habersiz olan karısı, olanlara anlam veremez. Evde Taşbaş’ı
bulamayan Muhtar Sefer ve Ömer, hızla evden kaçarak gözden kaybolur. Haberi
alan köylü Taşbaş’ın evinde toplanır. Kadın, gördüklerini büyülenmiş bir şekilde
abartarak anlatır. Sonunda, gelen kişilerin ‘Uzunca Ali ve Koca Halil hüviyetiyle
köylüyü kurtarmaya gelen ve Taşbaş’ın ataları olan ermişler olduğuna karar
verirler. Böylelikle bir efsane daha doğmuş olur.
5) Memidik’in Işıklar Evliyası Taşbaş Hikâyesi
Avcılık yapan Memidik, bir gece avlandığı sırada düş görür. Bu düşü bütün
köylüye anlatmak için gece boyu tüm evleri dolanır. Yalnızca Muhtar Sefer’in
evine gitmez. Kendisine öfkeleneceğini düşünür.
‘’…Bir de baktım ki karartı tam önümde. Gene eski durduğu yerde durur. Ne
göreyim, bir baktım ki, önümde kim? Yüzüne bakamazsın, öyle güzel. Kim?
Taşbaş Efendimiz. Yaa, Taşbaşoğlu Efendimiz. Arkasında yedi top ışığı, yedi
küheylan at gibi. Tüm bedeni de yeşile kesmiş. Her yanından da yerden gökten
de ışıklar yağar. 'Sana kul olayım. Taşbaş Efendimiz, bizi bağışla,' dedim…’’
(Yer Demir Gök Bakır, 1963, s. 185)
16
Anlatılanları öğrenen Sefer, yine aynı gece Memidik’i evine çağırır. Olayları
onun ağzından dinlemek ister. İlk başlarda korkuya kapılan Memidik, Muhtar
Sefer’in güler yüzünü görünce rahatlar ve olayları daha içten anlatmaya başlar.
Muhtar Sefer, Memidik’i hayal gördüğüne ikna etmeye çalışır. İşin
çözülemeyeceğini anlayan Sefer, Ömer’e verdiği talimatlarla Memidik’e gece
boyu işkenceler yapar. Memidik’in hikâyesinden vazgeçmemesi hem Ömer’i
hem de Muhtar Sefer’i şüphede bırakacaktır.
6) Ak Güvercin Donuna Giren Taşbaş’ın Adil’i Ziyareti
Köylüler, Adil Efendi’nin köye gelmeyişini bir sebep üzerine oturtmaya
çalışırlar. Önceleri Adil Efendi’nin gelip bütün her şeylerini ellerinden alacağını
düşünerek kaygılanan ve yanıp tutuşan köylü, şimdilerde ise köye gelmeyişini
dert etmeye başlar. Bu sessizliği bir anlam veremeyen köylü, çareyi Taşbaş’ta
bulur.
Taşbaş bir gece ak güvercin donuna girer ve Adil’in penceresine konar.
Pencereyi açan Adil, karşısında gözleriyle alev saçan bir ak güvercin görür. Ak
güvercin dile gelir ve Adil’e tehditler savurur. Sakarcalık köylüsünün Çukurova
Ağasına yaptıkları hikâyeyi hatırlatır. Köylünün dertlerinden bahsederek, bu
sene borçlarını istemek için köye gelmemesini, köylüye haber salarak
dükkanından istediklerini alabileceğini söylemesini, köylünün de seneye çalışıp
iki yılın borcunu birden ödeyeceğini söyler. Adil altına işer ve köylüye haber
salarak istedikleri her şeyi alabileceklerini söyler. Güvercin sevincinden kanat
çırpar ve tüm köye bereket ve mutluluk getirir.
Hikâyedeki ‘ak güvercin motifi’ göze çarpmaktadır. Güvercin, Dede Korkut
Hikâyeleri’nde ve Uygur metinlerinde rastlanılan bir halk hikâyeciliği motifidir.
Anadolu’da ve Türkler arasında yaygın olarak rastlanılan görüş, güvercinin
bolluk ve bereket getireceği inancıdır. Ayrıca hepimiz tarafından bilinen bir
diğer durum ise güvercinin barış sembolü olarak görüldüğüdür. Hepimiz,
ağzında zeytin dalı olan bir güvercinin ne anlama geldiğini biliriz. Nitekim
hikâyedeki ak güvercin, Adil’e bir barış teklifi götürmüş ve zoraki de olsa
bolluk, bereket içeren bir haber getirmiştir.
17
7) Taşbaş’ın Evinin Önünde Yanan Kutsal Ateşin Hikâyesi
Köylüler artık peşe peşe hikâyeler sıralamaya başlar. Bunlardan biri de Taşbaş’ın
evinin önünde durmadan yanan ‘kutsal ateş’in hikâyesidir. Hem ev hem de evin
etrafında yanan ateş kutsallaştırılır. Bozkırdan gelen ak elbiseli, yeşil sarıklı kırk
ermişin, Taşbaş’ın evinin önünde yanan ateşi durmandan harladığını anlatırlar.
Binlerce ergen kız ve erkeğin yanan ateşin etrafında oynaştıklarından
bahsederler.
8) Taşbaş’ın Cennet Ziyaretinin Hikâyesi
Hikâye, Cennet’i arzulayan Taşbaş’ın gözünü açtığı zaman uzun kanatlı kızları
görmesi ve bu kızların, Taşbaş’ı ellerinden tutup cennete götürmesiyle başlar.
Olayları aktaran kişi Taşbaş’ın karısıdır güya. Böyle bir şeyin mümkün olmadığı
rahatlıkla söylenebilir. Zira kadın ne kadar anlatmak için çırpınsa da Taşbaş’ın
kendisini çarpacağı korkusuyla hiçbir şey söyleyemez. Ermiş sözüne karşı
durmanın ne demek olduğunu iyi bilir.
Taşbaş, cennetin güzelliği karşısında ne kadar mest olsa da köylüsünü düşünür
ve yokluğunda başlarına gelecek olan felaketleri önlemek için, köylüsü için
cennetten vazgeçer.
9) Taşbaş’ın Geceleri Kâbe’ye Gittiği Hikâyesi
Köylüye göre Taşbaş, her gece Kâbe’ye gider ve sabah gün doğmadan önce de
köye geri dönermiş.
10) Yeşillere Bürünmüş Taşbaş’ın Hikâyesi
Köylünün bir başka inancı da Taşbaş’ın yeşil bir bedene sahip olması ve bunu
da yüreği temizlerin, çocukların ve çocuklar gibi saf olan insanların
görebileceğidir.
18
11) Taşbaş’ın Evinin Damındaki Işıklı Ceviz Ağacının Hikâyesi
Bu hikâye, Taşbaş için dönüm noktalarından biridir. Sarı Kız’ın Kaz Dağı’ndan
getirip Tekeç Dağı’na diktiği ceviz ağacının, her gece ışıldayarak Taşbaş’ın
evinin üzerinde asılı durduğu anlatılır. Hâlihazırda ermiş olduğunu düşünmeyen
ama bir o kadar da ikircikte kalan Taşbaş, ermiş olup olmadığını anlamak için
bu yolun makul olduğunu düşünür. Evinin dışındaki hasta kalabalığına
yakalanmamak için arka taraftan dolanarak, evi tam karşıdan görebilecek bir
noktaya kurulur ve beklemeye başlar. İlk gece ışık gelmez ve üşüdüğünün iyice
farkına varan Taşbaş, ertesi gece yeniden gelmek üzere yerinden ayrılır. Ertesi
gece küçük bir ışık halkası görür ve sevinir. Artık ermiş olduğuna kendisi de
inanmıştır.
Hikâyedeki ‘ağaç motifi’ tüm köylülerin hatta tüm Çukurova’nın saygı duyduğu
bir semboldür. Tüm dünya mitolojilerinde ağaç kutsal bir varlık olarak kabul
edilir. Türk mitolojisinde de önemli bir yeri olan bu motifin, yaratılış olaylarıyla
ilişkilendirildiği görülmektedir. Tanrı’ya kavuşmanın yolu Evliya Ağacı’ndan
geçerken Osman Gazi’nin rüyalarına giren ve hâkimiyetinin boyutlarının
nerelere kadar ulaşacağını anlatan da yine bir ağaçtı.
12) Köylüsü İçin Baldan Vazgeçen Taşbaş’ın Hikâyesi
Bir gün Taşbaş Efendi’nin canı öylesine bal istemiş ki gözünü bir açmış da
karşısında bir kovan bal görmüş. Fakat bu kadar istemesine rağmen bala
dokunmamış. Bala, onu yiyemeyeceğini söyleyip, köylülerinin bu zamana kadar
bal yemediğinden, köylüleri bu durumdayken kendisinin de bal
yiyemeyeceğinden bahsetmiştir.
Aslında köylü burada, olan bir hikâyeden ziyade olmasını istedikleri bir durumu
dile getirmişlerdir. Olayın gerçek olmadığı herkes tarafından bilinir ama
Taşbaş’ın evliyalık durumu bilinç altlarına öylesine işlemiştir ki hepsi buna
inanır hâle gelmişlerdir. Kendilerince Taşbaş’ın gitmemesini istedikleri, tıpkı
Cennet’ten vazgeçen Taşbaş gibi bir Taşbaş yaratmışlardır.
19
13) Tek Bir Hurmayla Doyan Taşbaş’ın Hikâyesi
Artık yemeğe bir ihtiyacı kalmayan Taşbaş, her gün Bağdat’tan kendisine
getirilen tek bir hurmayla karnını doyururmuş.
Bu hikâyedeki esas nokta Taşbaş’ın artık bir insan figüründen çıkarılmaya
başlanmasıdır. Taşbaş, insandan ziyade kutsal bir ruh hâline gelmiştir.
14) Hayat Suyundan İçen Taşbaş’ın Hikâyesi
Divan edebiyatındaki Hızır ile İlyas peygamberin Abı Hayat menkıbesinin
Taşbaş’a uyarlanmış hâlidir.
15) Perilerin Saray Yaptığı Taşbaş’ın Hikâyesi
Köylüye göre periler, Tekeç Dağı’nın tepesine Taşbaş için sırçadan bir saray
yaptırmış ve buyur etmişlerdir.
Kuvvetle muhtemeldir ki Taşbaş, köylüsünü bırakmak istemediği için bu teklifi
de geri çevirmiştir.
16) Alnına Üç Top Işık Konan Taşbaş’ın Hikâyesi
Taşbaş’ı karakola çağıran Yüzbaşı, onu gördüğü anda ayaklarına kapanmıştır.
Kendisinden af dilemiştir. Taşbaş’ın alnında bir ışık belirmiş ve pencereden
fırlayıp gitmiştir. Az sonra geri dönen ışık, üç top ışık olarak dönmüş ve
Taşbaş’ın alnına konmuştur. Yüzbaşı bu olaydan sonra Taşbaş’a övgüler dizmiş
ve onu köyüne uğurlamıştır.
17) Hastalara Şifa Olan Taşbaş’ın Hikâyesi
Taşbaş’ın evliyalığı yayıldıktan sonra Çukurova’dan bile hastalar gelmeye
başlar. Bir anda kendini hastaların arasında bulan Taşbaş, ne yapsa da
kurtuluşunun olmadığını anlar ve hastalar üzerinde okuyup üflemeye başlar.
20
Toros köylerinden yedi yıldır yatalak olan genç bir kız getirilir. Bacakları
öylesine incedir ki kuru bir dalı andırır. Taşbaş ellerini kızın bacaklarına sürmüş
ama kız iyileşmemiş. Daha sonra Tekeç Dağı’nda üç gün üç gece dualar etmiş
fakat geldiğinde durum yine aynıymış. Kızın durumuna içerlenen Taşbaş, üç top
ışığın konduğu alnını kızın bacaklarına sürmüş ve kız o anda iyileşip yürüyerek
köyüne dönmüş.
Çukurca köyünden Dilsiz Memet Ali adında bir çoban gelmiş. Bu çoban,
koyunlarını yedirmemek için sabaha kadar kurtlarla boğuştuktan sonra dilsiz
kalan bir çobanmış. Taşbaş, ağzına tükürdükten sonra bülbül gibi konuşmaya
başlamış.
Yedi yıldır sıtmaya yakalanmış ve günaşırı sıtmaya tutulan Alaca Kemal,
Taşbaş’a gelmiş. Taşbaş onun burnuna bir tutam pamuğu zeytin yağına batırıp
yakmış. Alaca Kemal bir daha sıtmaya yakalanmamış.
Otuz beş yıldır kör olan yetmiş yaşındaki Zalim Mustafa, Taşbaş’a gelmiş. Söğüt
yapraklarını yarasa kanadıyla karıştırıp üstüne okumuş ve ardından yakmış.
Dumanı Zalim Mustafa’nın gözüne girince gözleri açılıvermiş.
Başlangıçta ermişliğe inanmayan ve bu durumdan yakınan Taşbaşoğlu, zamanla
ermişlik oyunun içerisinde bulur kendini. Köylü ve Muhtar Sefer arasındaki
karmaşada tüm gerçeklik algısını yitirmeye başlar. Kaçıp kurtulmanın mümkün
olmadığını görür ve bile bile kendi sonunu hazırlar. Düştüğü umutsuzluğun izleri
serinin son kitabı olan Ölmez Otu’nda da devam eder. Açlık, sefalet ve
zorluklarla geçen aylardan sonra, kendisini ölü olarak bilen, hâlihazırda pamuğa
inmiş olan köylüsüne gider. Fakat beklediği tepkiyi ve ilgiyi göremez. Köylünün
gözünde bir ölüdür artık. Karşılarında duran beden, Taşbaş Efendileri tarafından
kendilerini sınamak için gönderilen bir siluettir sadece. Karısı ve çocukları bile
onun yaşadığına inanmazlar. Durumun bilincinde olan tek kişi Muhtar Sefer’dir.
Bir müddet bazı köylüler de onun Taşbaş olduğunu anlamış ama durumundan
dolayı kendisine yanaşmamıştır. Hakaretlere dayanamayan, eski günlerini bir
daha geri getiremeyeceğini anlayan ve umduğunu bulamayan Taşbaş, tanyeri
doğarken suyun dibine ağır ağır çöken taşlar gibi, göğsüne bastırdığı, Hasan’ın
kendisine verdiği kibritlerle ve tüm kerametleriyle birlikte suya gömülmüş,
evliyalığını ölümle pekiştirmişti.
21
SONUÇ
Yazar, fakirliğin, umutsuzluğun ve korkunun getirdiği sıkıntıların pençesinden
kurtulmak isteyen halkın, kurtuluş için yarattıkları bir mitin çıkış noktasını ve
gelişimini Taşbaşoğlu üzerinden ele almıştır. Başlangıçta bir halk hikâyesi
olarak anılan Taşbaş, zamanla mitos hâlini almış ve gelişmelerle beraber en
sonunda mitolojik bir kahramana dönüşmüştür. Taşbaşoğlu, mitlerin halk
arasındaki çıkışını, yayılımını, gelişimini ve çöküşünü gösteren incelikli bir
karakterdir. Halkın zor zamanlarında yaratıp dört elle sarıldığı, birazcık bolluk
gördüğü zaman da baş aşağı çevirip yerden yere vurduğu bir efsanedir. Halk ile
bağını koparan daha doğrusu halkın bağını kopardığı Taşbaşoğlu, bedenen
mitolojik anlamını yitirerek basit bir kişiliğe dönüşmüştür. Fakat ruhani gücünü
ölümünden sonra bile devam ettirmiştir.
Yaşar Kemal bu eserinde sözlü halk geleneği ürünlerine sık sık yer vererek ışık,
kartal, ağaç, kırklar, dağ, toprak, abı hayat gibi birçok mitolojik motifi de
hikâyelerle harmanlamıştır. Kitap, dinlerin, peygamberlerin ve ermişlerin
doğuşunu anlatan bir alegoridir. Yazar neredeyse dış dünya ile bağı kopuk olan
ve sürekli aynı yüzler, aynı sıkıntılar, aynı günler etrafında hapsedilen halkın,
tarih boyunca yaratıp durdukları bir kurtuluşun kurgusunu yeniden yazıp
çizmiştir. Yer Demir Gök Bakır, Taşbaş’ın ermişliğini ret etmediği için işkence
gören Memidik’in iradesi gibi çelikten bir inanca sahiptir.
22
KAYNAKÇA
Aytaş, G. (2003). Türkülerde Turna.
Bekki, S. (1996). Türk Mitolojisinde Kurban. Çukurova Üniversitesi Türkoloji
Araştırmaları Merkezi.
Bolat, H. K. (2006). Dağın Öte Yüzü Üçlüsü. Yaşar Kemal'in Romanlarında
Sosyal İlişkiler Açısından Şahıs Kadrosu. Elazığ: Fırat Üniversitesi.
Karadavut, D. D. (2010). Mitolojik Kuşlar Üzerine Düşünceler. Millî Folklor
Uluslararası Kültür Araştırmaları Dergisi(85), 77.
Kemal, Y. (1963). Y. Kemal içinde, Yer Demir Gök Bakır (s. 227). YKY.
Kemal, Y. (1963). Yer Demir Gök Bakır (s. 93-94). YKY.
Kemal, Y. (1963). Yer Demir Gök Bakır (s. 18). YKY.
Kemal, Y. (1963). Yer Demir Gök Bakır (s. 135). YKY.
Kemal, Y. (1963). Yer Demir Gök Bakır (s. 144). YKY.
Kemal, Y. (1963). Yer Demir Gök Bakır (s. 185). YKY.
Kemal, Y. (1963). Yer Demir Gök Bakır (s. 165). YKY.
Korkmaz, M. (2012). Mitoloji Sözlüğü. Alter Yayıncılık.
Öztürk, Ö. (2009). Folklor ve Mitoloji Sözlüğü (s. 8). İstanbul: Phoenix
Yayınları.
23