Academia.eduAcademia.edu
GABRİEL GARCÍA MÁRQUEZ'İN YÜZYILLIK YALNIZLIK ADLI ESERİNİN BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK KAPSAMINDA İNCELENMESİ Tayfur EVSEN GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ / TÜRKÇE ÖĞRETMENLİĞİ tayfurevsen1905@gmail.com ÖZET Büyülü gerçeklik, Latin Amerika edebiyatının vazgeçilmez bir yazgısı olmaktadır. Geri kalmış toplumların sömürgeleştirilmesiyle olaylara olan bakış açıları değişmekte ve en umulmadık şeylere olan inanç artmaktadır. Masallar ve mitler iç içe geçmiştir. Doğruluk payları reddedilemeyecek ölçüde gerçekliğe bağlanmıştır. Uçan halılar, göğe yükselen insanlar, yıllarca dinmeyen yağmurlar, uykusuzluğa gömülen halklar ve daha niceleri… Tümüyle büyülü gerçekliğin yansımaları olarak okuyucuya sunulmaktadırlar. Kehanetler, doğaüstü felaketler, aile içi ilişkiler, savaşların seyri; hepsi bir lanetin sonucudur: Akraba evliliği. Anahtar Kelimeler: Gabriel García Márquez, Yüzyıllık Yalnızlık, Büyülü Gerçekçilik. BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra özellikle Latin Amerika edebiyatı olmak üzere gelişim gösteren çeşitli toplumların edebiyatında Büyülü Gerçekçilik adında bir kavram ön plana çıkmıştır. Irene Guenter’e göre bu kavramı ilk kez kullanan Alman romantiği Novalis’dir. Novalis, bu kavramı felsefede “Büyülü İdealist” kavramıyla birlikte kullanmaktadır. (Guenter, 1995, s. 373) Felsefi bir düşünce olarak ortaya çıksa da Alman sanat tarihçisi Franz Roh tarafından sanat alanına taşınmıştır. Roh, 1925 yılında yayımlanmış olan Dışavurumculuk Sonrası, Büyülü Gerçekçilik: Yeni Avrupa Resim Sanatındaki Sorunlar isimli eserinde, dönemin Alman ressamlarının çalışmalarını anlatmak amacıyla kullanılmıştır. Terim, İtalyan yazar ve eleştirmen Massimo Bontempelli tarafından edebiyatta kullanılmıştır. Latin Amerika edebiyatı üzerinde büyük bir etkisi olan büyülü gerçekçilik, Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’in 1935 yılında yayımlanan Alçaklığın Evrensel Tarihi isimli eseriyle bu alandaki ilk çalışma olarak kabul edilmiştir. Fakat akımın en tanınmış yazarı, bu incelemenin de konusu olan Yüzyıllık Yalnızlık adlı eserin sahibi Gabriel García Márquez’dir. Büyülük gerçekçilik kavramının tanımına ilişkin ortak bir fikir oluşamamıştır. Zira her yazarın onu kendi toplumsal gelenek ve görenekleri çerçevesinde yeniden şekillendirerek ele alması ve kültürlerin farklılık göstermesi, ‘’doğaüstü’’ olarak adlandırılabilen kavramın ortak bir tanıma bağlanmasını engellemiştir. Alejo Carpentier, büyülü gerçekçiliği, Bu Dünyanın Krallığı adlı romanında, doğal, tarihsel ve geleneksel güçlerden beslenen bir olgu olarak kolektif inanca ve isteklere sıkıca bağlı olan ve kökeni Latin Amerika mitolojisine dayanan bir akım olarak görür. ‘’Büyülü gerçekçilik akımının en önemli özellikleri, fantastik ya da tuhaf unsurlarla, gerçekçi unsurların karıştırılması ya da yan yana kullanılması, kıvrımlı hatta labirentimsi anlatım tekniklerine ve temalara, ustalıklı zaman değişimlerine, rüyalara, yerel mitlere, cinlerle, perilerle dolu masalımsı hikâyelemeye yer verilmesi, dışavurumcu ve gerçeküstücü tanımlamaların ve esrarengiz bir bilgelikle korkunç, izah edilemez, şaşırtıcı ve hatta ani şok yaratacak unsurların kullanımıdır.’’ (Cuddon, 1977, s. 488) Büyülü gerçekçilikte tarihi anlatı kronolojik bir sıralamayla verilmez. Bu noktada gerçekçi yapıtlardan ayrılır. ‘’Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı.’’ (Márquez, s. 11) Büyülü yanlar aslında gerçekliğin bir kesitidir. Büyülü, denen şey olağandan farklıdır ve bundan dolayı okuyucuya farklı görünmektedir. Açıklanamadığı için de gizemli olmaktadır. Büyülü gerçekçi olarak adlandırılan bir eser, periler, hayaletler yüklü masalların, efsanelerin ve halk hikayelerinin sonucunda mitsel bir gelenek yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Anlatıcı ve karakterler, gerçek dışı durumları kabul etmektedirler. Gerçeğin büyülü yönlerine tuhaf ya da rahatsız edicilermişçesine tepki göstermezler. Anlatıcı gibi okuyucu da gerçeğin büyülü yanlarını sorgulamamakta, büyülü gerçekçi dünyaya inanan bir bakış açısını benimsemektedir. Üslup açısından bakıldığında ise büyülü gerçekçilik, benzetme, mecaz, mübalağa ve ironi gibi pek çok söz sanatını kullanmaktadır. YÜZYILLIK YALNIZLIK Yüzyıllık Yalnızlık adlı eserde Buendia ailesinin Macondo isimli kasabadaki yüzyıllık yalnızlığına yer verilmiştir. Bir soyun doğuşundan başlayarak hiçbir üyesi kalmayacak şekilde yok olup gitmesine değin uzun bir süreç anlatılmaktadır. Aslında, kitap bir soy ağacı üzerine kuruludur ve kitaptaki olaylara bu aynı soydan gelen akrabalar yön verecektir. Jose Arcadio ve Ursula akraba oldukları görülmektedir. Birbirlerini çok sevdikleri için evlenmek istemektedirler. Fakat kasabalılar evlenmelerine şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Çünkü rivayete göre evlendikleri takdirde akraba evliliğinden dolayı doğacak olan çocukları domuz kuyruklu olacaktır. Bu soydaki başlangıcın ‘ana’ simgesi olan Ursula ise bu evliliklerin kendilerine felaket getireceğinden yakınmaktadır. Nitekim yaşanacak olan olaylarla birlikte haklılığı ispatlanacaktır. Büyüyüp gelişen kasaba, garip olayların ve lanetin sürdürüldüğü bir yer olarak her şeye tanıklık edecektir. Zaman kavramı belirsizliğini korur ve karakterlerin ölümleri önceden belirlenmiştir. Sürpriz bir olaya yer verilmemektedir. Karakterler isimleri birbiri ardına tekrarladıkça lanetin ortadan kalkmayacağına olan inanç git gide artmaktadır. Gabriel García Márquez de yörede gelenekselleşmiş olan kuşaktan kuşağa isim aktarma geleneğine bir eleştiri olarak görmüştür bu durumu. Kasaba yılın belirli zamanlarında çingene istilacıların akınına uğramaktadır. Simya bilgileri, kasaba halkından öylesine fazladır ki kasaba halkı büyülenmişe dönecektir. Fakat bir zaman sonra duruma o kadar alışmışlardır ki olağanüstü görünen hiçbir şey onları artık şaşırtmaz duruma gelmiştir. Yazar, bu durumu okuyucuya ustalıkla aktarmakta ve tıpkı Macondo halkı gibi, okuyucu da bu olağanüstü olayları doğal karşılamaya başlamaktadır. Daha en başından bir bakıma Latin Amerika’nın portresi de çizilmektedir. ‘’Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekirdi.’’ (Márquez, s. 11) Kitapta, siyasi olaylara da yer verilmektedir. ‘’Muz Cumhuriyeti’’ tabirinin çıkış noktası olan katliamdan bahsedilmiştir. Lakin kitapta, Macondo’daki unutkanlık hastalığı öylesine yayılmıştır ki insanlar bunun basit bir hayal olduğuna inanmışlardır. Latin Amerika edebiyatının vazgeçilmezi olan Muhafazakâr-Liberal çatışmasına da bolca değinilmekte ve bu çatışmaların etkileri karakterler üzerinde belirgin bir yer etmektedir. Ensest ilişki kavramı üzerinden yıkıcı eleştiriler yapmış olan yazar, bu eleştirileri kitabın odağı hâline getirmektedir. Yaş veyahut aile içindeki yakınlığın ne olduğu önemli değildir. Karakterler, cinsel arzuları, yalnızlık psikolojileri neticesinde toplumdan ve aileden dışlanma tehlikesine rağmen ensest ilişkilerin bataklığından kurtulamamaktadırlar. Lois Parkinson Zamora’ya göre, “akrabalık” kavramı büyülü gerçekçi anlatım tarzının temel yapı taşlarından birisidir. (Guenter, 1995) Bu ‘yakın’ ilişkiler neticesinde Melquiades’in kehaneti sonunda gerçekleşir ve tükenmeye yüz tutan soyun son çocuğunun domuz kuyruğuyla doğmasıyla yüzyıllık aile tarihe gömülür. Bu tarihe gömülme tıpkı bir ülkenin yok oluşunu anımsatmaktadır. Yok olduktan sonra kasabadaki insanlar kasabanın kurucuları olan bu aile ile ilgili hiçbir şey hatırlamayacaktır. YÜZYILLIK YALNIZLIK VE BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK Yüzyıllık Yalnızlık’ta, lanetin korkusu Ursula’yı sarmıştır. Evliliğin ve dünyaya bir evlat getirmenin bedelini kestirmiştir. Doğan çocuğun domuz kuyruklu olacağı endişesi Ursula’nın zihnini kuşatmaktadır. Büyülü gerçekçiliğin doğaüstü görüntüsü şekillenmektedir. ‘’Ursula'nın bir teyzesi, Jose Arcadio Buendia'nın bir amcasıyla evlenmiş ve ucu püskül gibi tüylü, tirbuşon gibi kıvrım kıvrım, kıkırdaksı bir kuyrukla doğduğu için kırk iki yaşına kadar hiçbir kadına uçkur çözemeyen, ömür boyu bol pantolonla dolaşan bir oğlan dünyaya getirmişti. Hiçbir kadının görmesine izin verilmeyen bu domuz kuyruğu, bir kasap arkadaşının iyilik olsun diye satırı vurmasıyla adamın da eceli olmuştu.’’ (Márquez, s. 30) ZAMAN YOLCULARI Kimi karakterler geçmişi ve geleceği görebilmektedirler. Kehanetlerinin doğruluğundan ve ne kadar zaman geçerse geçsin kaçınılmazlığından insanların kuşkusu yoktur. Bunun gelenekselleşen bir ritüel olduğu ve halkın bunu yadırgamadığı görülmektedir. ‘’…çoğu kişi, kendi uydurdukları, bir işe yaramaz, ama rahatlatıcı bir düşsel gerçeğin büyüsüne kapıldı. Eskiden iskambil falı açıp geleceği okuduğu gibi şimdi de geçmişi okumak numarasını bulan Pilar Ternera, bu aldatmacanın yayılmasında en büyük rolü oynadı.’’ (Márquez, s. 59) Kimileri ise bulundukları an içerisindeki değişimleri hissedebilmektedirler. Karakterler, çeşitli sembolik olayları yorumlayarak bir çıkarımda bulunmaktadırlar. ‘’Çadıra girince gömleğini çıkardı, karyolanın kenarına oturdu ve öğleden sonra tam üçü çeyrek geçe tabancasını aldı, özel doktorunun tentürdiyotla göğsüne çizdiği dairenin ortasından kendini vurdu. O anda Macondo'da, Ursula, ocağın üstündeki sütün neden böyle geç kaynadığını merak ederek, tencerenin kapağını kaldırdı ve içinin kurtlarla fıkır fıkır dolduğunu gördü. ‘Aureliano'yu öldürdüler!’ diye haykırdı.’’ (Márquez, s. 203) Geleceğe yönelik söylemlerde yanılgı payının yok denecek kadar az olduğu görülmektedir. Olayların birer birer gerçekleştiğini fark eden okuyucu, bu kehanetlerin doğruluklarından dolayı geleceği gördüğü söylenen karakterlere karşı güven duymaya başlamaktadırlar. Bunun neticesinde olayın olağanüstülüğü ikinci plana atılmaktadır. ‘’Bir gece, Macondo'nun geleceğinden haber veren bir kehanet bulduğunu sandı. Macondo, camdan yapılmış koca koca evlerle dolu parıltılar içinde bir kasaba olacakmış, Buendialar’ın soyundan da iz bile kalmayacakmış.’’ (Márquez, s. 65) BÜYÜ VE GERÇEK Latin Amerika’ya bir göz atıldığında oradaki insanların mitlerle, efsanelerle, batıl inançlarla iç içe yaşadığı görülmektedir. Zamora’ya göre “doğaüstü” basit değil sıradandır ve sıradan bir olay gibi kabul edilir. Büyülü gerçekçilikte büyü sıradanlaşır ve normal bir olguymuşçasına yer alır. (Guenter, 1995) ‘’Bu sefer de bin bir türlü numaranın yanı sıra bir de uçan halı getirdiler. Ama bunu, ulaşımın gelişmesine köklü bir katkı olarak değil de eğlence aracı diye sundular. Millet, köyün üzerinde şöyle bir uçuvermek için toprağa gömdüğü son altınlarını da çıkardı.’’ (Márquez, s. 41) Her an dirilen karakterler gibi her an ölen karakterlerin de olduğu göze çarpmaktadır. Nadir de olsa ani ölümler ne okuyucuyu ne de karakterleri bir değişime, bir şaşkınlığa uğratmamaktadır. Zira ölenlerin geri dönebildiği fantastik ama bir o kadar da gerçekçi dünyada, ölüm bir büyü, bir illüzyon gibi okuyucuyu ikilemde bırakmaktadır. Büyülü gerçekçi anlatılarda yaşanan olağandışı ya da gerçeküstü olayların birer mucize mi yoksa karakterlerin sanrısı mı olduğu ayırt edilememektedir. ‘’Arcadio Buendia, adamı büyülenmiş gibi seyreden kalabalığı dirseğiyle yara yara oraya varıp tam soracağını sorduğu sırada, adam kehribar rengi nesneyi bir dikişte içiverdi. Çingene, Jose Arcadio Buendia'yı korkunç bakışlarıyla tepeden tırnağa süzdükten sonra buram buram tüten, ölümcül bir zift birikintisine dönüşüverdi. Jose Arcadio Buendia'nın sorusuna verdiği yanıt ise, zifir birikintisinin üzerinde yankılanıyordu: ‘Melquiades öldü.’ ‘’ (Márquez, s. 27) YÜCELİK TASVİRLERİ Büyülü gerçekliğin, karakterlere ilahi bir anlam yüklediği de görülmektedir. Dine ve peygambervari mucizelere hâli hazırda inanmış olan okuyucuyu -tabii eğer itikat sahibi biriysekutsal kitabında benzeri örneklerini gördüğü olaylar karşısında doğal bir hayranlık duymaktadır. Fantastik unsurları tümüyle reddetmek olanaksızdır. ‘’Ayin sırasında kendisine yardım eden çocuk, buğusu üzerinde bir fincan koyu kakao getirdi. Peder Nicanor kakaoyu bir dikişte bitirdi. Cüppesinin yeninden çıkardığı mendille ağzını sildi, kollarını iki yana açtı, gözlerini yumdu. Ve Peder Nicanor, yerden on beş santim kadar havaya yükseliverdi.’’ (Márquez, s. 97) Bu olaylar, Hristiyan dinindeki Hz. İsa’nın öldükten üç gün sonra dirilip birçok insana göründükten sonra, 40. günde havarilere görünüp yükselişine; İslam dinindeki Hz. Muhammed’in göğe yükselip, Allah ve öte âlemleri görüp geriye döndüğü rivayetlerine benzerlikler göstermektedir. ‘’Amaranta, iç eteklerinin dantellerinde gizemli bir ürperti duydu ve yere yuvarlanmamak için çarşafa sıkı sıkıya sarılmak zorunda kaldı. Çünkü o anda Güzel Remedios'un ayakları yerden kesilmiş, uçmaya başlamıştı.’’ (Márquez, s. 266) Göğe yükselişler birer mucize gibi görülmektedir. Fakat mucizeler bu kadarla sınırlı değildir. Doğallığın akışı içerisindeki bazı olaylar doğaüstü olarak da algılanabilmektedir. ‘’Ursula, ona gebeyken bir gece çocuğun karnında ağladığını duymuştu. Ses öylesine belirgindi ki, Ursula'nın yanında yatan Jose Arcadio Buendia bile uyanmış ve oğlum vantrilok olacak diye pek sevinmişti. Konu komşu ise, bu olayı duyunca, çocuğun peygamber olacağını söylemişlerdi.’’ (Márquez, s. 279) ÖLÜM VE ARAF’TAN KAÇANLAR Büyülü gerçekçiliğin insanları hiçbir zaman kesin bir ölümün içerisinde değildirler. Isabel Allende’nin Ruhlar Evi kitabında ve diğer Latin Amerika edebiyatı yazarlarında da görüldüğü gibi büyülü gerçeklik kavramı ölümü bir sondan ziyade bir başlangıç gibi görmüş, ölüleri tekrardan dünyaya ulaştırmanın bir yolunu bulmuşlardır. Karakterler bu ölümü, ölünün tekrardan dirilir gibi karşılarına çıkmalarını garipsememektedirler. Yaşananların tümü, olayların akışı içinde verilmektedir. Okuyucu, yeniden dirilme fikrini garipsememektedir. ‘’Bir gece uykusu kaçan Ursula, su almak için avluya çıkınca su testisinin yanında Prudencio Aguilar'ı gördü. Adam mosmordu, yüzünde hüzünlü bir anlatımla gırtlağındaki deliği alfa otuyla tıkamaya uğraşıyordu. Ursula korkmadı, acıdı.’’ (Márquez, s. 32) Geri dönen karakterler kimi zaman ortadan kaybolur kimi zaman da temelli geri dönmektedirler. Fakat döndükleri zaman da olayın akışı içerisinde öylesine kaybolup gitmektedirler ki okuyucular bir an için bile olsa dirilenin varlığını unutmaktadırlar. ‘’Çingene, kasabada kalmaya niyetliydi. Gerçekten öbür dünyaya gitmiş ama yalnızlığa dayanamadığından geri dönmüştü.’’ (Márquez, s. 60) Aytül Özüm’e göre, anlatıcı ve roman kişilerinin olağanüstü olana yaklaşımları son derece olağandır; zira bu anlatılarda, bu dünya ile ölülerin dünyası ve gerçek ile kurmaca birbirinden ayrılmaz; ölümden sonrası alternatif bir dünya olarak sunulur. (Özüm, 2009) ‘’Pencereden giren ışığın karşısında, ellerini dizlerine dayamış, Melquiades oturuyordu. Daha kırk yaşına gelmemişti. Sırtında o modası geçmiş yelek, başında karga kanadına benzeyen şapka vardı. Saçına sürdüğü yağ, sıcaktan erimiş, soluk şakaklarına akmıştı. Aureliano ile Jose Arcadio'nun çocukluklarında onu ilk gördüklerinin tıpkısıydı. Aureliano Segundo, onu ilk bakışta tanıdı. Çünkü anılar kuşaktan kuşağa geçmiş ve kalıtım yoluyla büyükbabasının anıları ona aktarılmıştı.’’ (Márquez, s. 210) Ölümler, sürpriz birer olaymış gibi aktarılmamaktadır. Büyülü gerçekçilik kavramındaki, ölümlerin önceden haber verilmesi, geleneği sürdürülmektedir. Okuyucuya düşen, ölümün nasıl olacağından ziyade ne zaman olacağını düşünmektir. Karakterlerin, ölümü yadsımadıkları, kaçınılmaz bir son olarak düşledikleri ve onun bir gereklilik olduğunu söyledikleri görülmektedir. ‘’Ölüm, Amaranta'ya ne zaman öleceğinden, ecelinin Rebeca'dan önce olup olmadığından hiç söz etmedi. Yalnızca nisanın altısında kendi kefenini dikmeye başlamasını söyledi. İstediği gibi uğraşmasına, dilediği gibi güzel bir kefen yapmasına izin verdi.’’ (Márquez, s. 311) BİRTAKIM TUHAFLIKLAR Büyülü gerçekçi bir eserde anlatıcı, okuyucunun tuhaf olandaki mantıksızlığı fark etmemesi için herhangi bir açıklamada bulunmaz ve olayları okuyucuya bir uzaklık duygusu yaratarak aktarır. Bu şekilde olayları ve bu olayların akışını ön plana çıkarmaktadır. ‘’Jose Arcadio yatak odasının kapısını kapar kapamaz, evde bir silah sesi çınladı. Kan, kapının altından süzüldü, oturma odasına geçti, sokağa çıktı, inişli çıkışlı yoldan karşıya ulaştı, kaldırımları indi çıktı, Türkler Sokağı'nı geçti, önce sağa, sonra sola saptı, Buendialar’ın evinin tam karşısına geldi, kapalı kapının altından sızdı, halıları kirletmemek için duvar diplerinden dolanarak salonu geçti, oturma odasına girdi, yemek masasının çevresinde geniş bir kavis çizdi, begonyalı terasa uzandı, Aureliano Jose'ye matematik dersi veren Amaranta'nın sandalyesinin altından görünmeden süzüldü, kileri geçti, ekmek pişirmek için tam otuz altı yumurta kırmak üzere olan Ursula'nın bulunduğu mutfağa girdi.’’ (Márquez, s. 152) Kimi olaylar karşısında insanlar telaşa mahal vermemektedirler. Bir hastalık gibi yayılan doğaüstü hadiseler olağan sayılmakta ve geçiciliğinden emin olunmaktadır. Uyku, Eski Yunan mitolojisi anlatılarına göre Hypnos adındaki tanrıça tarafından yönetilmektedir. Aynı niteliklere sahip tanrıçanın Roma kültüründeki karşılığına ise Tanrıça Somnus denmektedir. Hypnos ölüm tanrıçası olan Thanatos’un kardeşidir ve anlatılara göre Yunan adalarından birinde bir mağarada yaşamaktadır. Anlatılar bu mağaranın unutkanlık nedeniyle suların altında kaldığını rivayet etmektedir. Macondo halkının uykusuzluk hastalığına yakalanışı ve hastalık neticesinde günlük yaşantılarındaki basit işlemler de dahil olmak üzere kavramların büyük bir çoğunluğunu unutmaya yüz tutmuşlardır. Hypnos’un yönettiği uyku, tıpkı kendisinin sular altındaki bir adada unutulması gibi Macondo halkı tarafından unutulmakta ve bu unutkanlık, halkı Thanatos’un, yani uykuyu yöneten Hypnos’un kardeşine teslim etmektedir. ‘’Yediden yetmişe herkes, uykusuzluk bulaşmış o tadına doyulmaz yeşil horozları, uykusuzluğa batmış o güzelim pembe balıkları, uykusuzluğa bulanmış o şipşirin sarı tayları emip duruyordu. Böylece pazartesi sabahı doğan güneş, bütün kasabayı ayakta buldu. Önceleri kimse telaşa kapılmadı. Tam tersine, uyumadıklarına seviniyorlardı, çünkü o sıralarda Macondo'da yapılacak öyle çok iş vardı ki, kimse yetişmeye zaman bulamıyordu.’’ (Márquez, s. 56) Büyülü gerçekçilik kavramı ile değerlendirilen eserlerde, bazı “doğaüstü” olaylar anlatının merkezine yerleştirilir. Bu olaylar okuyucuya anlatırken, bunların doğaüstü nitelikleri üzerinde de fazla durulmaz, günlük hayatın normal parçaları gibi, herhangi bir olaymış gibi anlatılıp, geçilirler. ‘’Çok geçmeden marangoz tabut için ölçü alırken, pencereden baktıklarında, minicik sarı çiçeklerin yağmur gibi indiğini gördüler. Çiçekler bütün gece süren suskun bir sağanakla köyün üzerine yağdı. Bütün çatılan örttü, bütün kapıların önüne yığıldı ve dışarıda yatan bütün hayvanları soluksuz bırakıp öldürdü. Gökten öyle çok çiçek yağdı ki, sabahleyin sokaklar kalın halılar döşenmiş gibi oldu ve cenaze alayının geçebilmesi için çiçekleri küreyip atmak zorunda kaldılar.’’ (Márquez, s. 161) Gerçekleşmesi muhtemel olaylar abartılı anlatım tarzıyla birleşerek okuyucuyu ikilemde bırakmaktadır. Karakterler, benzer durumlardan daha önce de geçtikleri için bu olayların üzerinde çokça durmamaktadırlar. ‘’…cenazenin kaldırıldığı gün öyle sıcaktı ki, kuşlar nişan talimlerinde havaya fırlatılan tabaklar gibi duvarlara çarpıyor, pencere tellerini delip geçerek yatak odalarında ölüyorlardı. Başlangıçta herkes bir salgın var sandı. Ev kadınları, özellikle öğle uykusu saatlerinde ölü kuşları süpürüp faraşa toplamaktan, erkekler de kuş ölülerini el arabalarına yükleyip nehre dökmekten usandılar.’’ (Márquez, s. 382) SONUÇ Yüzyıllık bir yalnızlığın ensest ilişkiler batağına saplandığı ve sonunda korkulanın gerçekleşerek domuz kuyruklu bir çocuğun dünyaya geldiği Buendia ailesinin trajik öyküsünde, büyülü gerçekçi anlayışın baskın etkisi hissedilmektedir. Yer yer siyasi olmakla birlikte Latin Amerika’nın aile içi sorunlarına da değinilmiş, karakterler üzerinden bu sorunlara yüzeysellikten uzak bir eleştiri getirilmiştir. Büyünün ve gerçekliğin harmanlandığı Yüzyıllık Yalnızlık’ta, doğaüstü olaylara yer verilmiş fakat doğaüstü olanın normalleştirilmesi neticesinde okuyucunun zihnindeki gerçeklik algısı genişletilmiştir. Gabriel García Márquez, Buendilar’ın yaşantısını kibir, oburluk, öfke, kıskançlık, aç gözlülük ve tembellik gibi ölümcül günahlara dayandırmıştır. Sonuç olarak doğaüstü olayların, yıkıcı eleştirilerin, siyasi çatışmaların ve yozlaşmış aile içi ilişkilerinin bir yansıması kalmış, bu yansıma da soyun tükenmesiyle çabucak unutulmuştur. KAYNAKÇA Cuddon, J. A. (1977). The Penguin Dictionary of Literary Terms and Literary Theory. Penguin Kitapları. Guenter, I. (1995). Magical Realism: Theory, History, Community. (L. P. Wendy B. Faris, Dü.) Márquez, G. G. (2016). Yüzyıllık Yalnızlık (66 b.). (S. Selvi, Çev.) İstanbul: Can Yayınları. Özüm, A. (2009). Angela Carter ve Büyülü Gerçekçilik. Ankara: Ürün Yayınları.